- Şubat 2, 2019
- Yayınlayan: Fulya Eğrioğlu
- Kategori: Psikoloji
Bireysel psikolojiyle kitle ya da toplum psikolojisi arasında ilk bakışta kendini göstermese de derinlere inildiğinde yakın bir ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bireysel psikoloji sadece insan üzerine eğilir ve bireyin içgüdüsel ihtiyaçlarına nasıl ve hangi yollardan doyum sağlamaya çalıştığını araştırır. Bunu da diğer bireylerle ilişkileri üzerinden yaptığından ötürü kitle psikolojisi kimliğini de taşır.
Ruhsal gelişim sürecinin ilk evrelerinde bebek için nesne “öteki” düşünsel olarak “iyi” ve “kötü” olarak ayrışmıştır. Bebeğin egosu henüz yeteri kadar güçlü olmadığı için nesnesinin aynı zamanda “kötü” olduğunu da kabul edemez. Bebek için var olan tek nesne budur ve nesnenin doğal olarak “kötü” olmasını kabul edemez. Erken oral aşamada farklı iki nesne var iken, geç oral aşamada bebek, annesinin yeterli bakımı sayesinde egosunun daha da güçlenmesi ile birbirinden farklı iki nesne yerine “iyi” ve “kötü” nün karışımı bir nesne oluşturur. Yeterli doyuma ulaşmayıp oral evrede saplanan (oral fiksasyon) kişiler, insanları “iyi” ve “kötü” olarak sınıflandırma yapacaklardır.
- Klein, saldırganlığın kendine ait olmasını kabul etmeyeceğinden dolayı “yansıtma” savunma mekanizması ile “kötü” olan yönlerini nesneye yansıttığını belirtir. Bunu yapma nedeni ise “iyi” olarak kalabilmek içindir. Bu aşamada fiksasyon yaşayanlar beraberinde “kötü” bir dünyada yaşama konusunda negatif paranoidsanrıların gelişimine neden olmaktadır. Ötekileştirmenin özünde de bu mekanizma çalışmaktadır. İyi-kötü, Türk-Kürt, bizden olan-yabancı, heteroseksüel-homoseksüel, kadın-erkek gibi bölmeler oluşturma sebebi de bu temelden kaynaklanır. Ardından da değersizleştirme ve aşağılama gelir. Ebeveyn tutumlarında iyi ve kötü bir arada barınabilir, kötünün içinde iyi ve iyinin içinde kötü gerçekliğini kabullenmek ruhsal olgunluğu göstermektedir. Ancak bunu görebilmek huzursuz edici de olmaktadır, sevmeye ya da nefret etme gibi hislere de engel olabilir. Ötekinde “iyi” ve “kötü” nün varlığı, kabul edilmesi, “öteki” ndeki “iyi” ye zarar verme kaygısını “öteki” nin de “kötü” ye saldırırken iyi tarafına da zarar veren olmak, kendisinde ki “iyi” ye de zarar verme kaygısını yaratacaktır. Bu kaygı insanların empati becerisinin, suçluluk duygusu ile “öteki” ne yapmış olduğu hatayı düzeltme çabasının da açıklamasıdır.
- Klein, “kötü” ile “iyi” yi bütünleştirme sürecine, insanlaşma yolunda geçilen “ölümcül kavşak” adını verir. “Öteki” leri oluşturan insanların bu ayrımcılıkları bölme ile birlikte düşmanlık, şiddet ve “ötekileştirme” kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu paranoid durum ve en önemli aşılması gereken kavşak, şiddetin önündeki en büyük bariyerdir. “Ben/biz” deki “kötü” ve “o/onlar” daki “iyi” yi görebilenler bu kavşaktan başarı ile geçenlerdir.
Psikanalitik araştırmalar özellikle bireyin annesine, babasına, kardeşlerine, sevgilisine, dostuna, ilişki kurduğu kişilere olan tutumlar toplumsal olaylara yaklaşımı da beraberinde gerektirir. Birey küçük de olsa bir topluluğun etkisi altındadır. Ancak kitle psikolojisi denildiğinde bu ilişkiler gözden kaçar. Ortak bir bağla kurulan ve bireyin etkilenişi bu psikolojinin inceleme konusuna da girer. Kısacası kitle psikolojisi tek bir bireyin, bir sınıfın, bir kurumun üyesi ya da belli bir zaman içinde bir araya gelerek ortak bir amaç altında kitlesel örgütlenmeye gitmiş insan yığının bir parçası olarak konuyu ele alır. Psikanaliz yani derinlik psikolojisi açısından kitle psikolojisi önemli nitelik taşımaktadır.
Sorulması gereken en önemli sorulardan biri de bireyin duygu, düşünce ve davranışları belirli koşullar altında yani bireyin kitle psikolojisi içinde yer aldığında kitlenin bireyde zorunlu ya da zorla sağladığı ruhsal değişimin iç yüzünün “ne” olduğudur. Bireyin kitle içerisindeki tepkiler ve davranış değişikliğini gözlemlemek doğru bir adım olacaktır ancak öncelikle psikolojik kitlede özelliklerin “ne” olduğunun üzerinde durulması gereklidir. Le Bon’ a göre en tipik özellik, kitleyi oluşturan bireylerin nasıl olursa olsun karakterleri, yaşam tarzları, işleri, zekâ benzerliği ya da farklılığı olsun kitleleşme sonucu kolektif bir ruhun kazanılmış olması ile düşünce ve davranışlarda ortak bir ruh ile eyleme geçilmesidir. Bir organizmadaki hücreler nasıl bir araya gelerek tek bir varlık oluşturuyorsa psikolojik kitle de heterojen öğelerin oluşturduğu yeni ve geçici bir varlığı oluşturur. Oluşturulan bu bağ da kitlenin karakteristik özelliğidir.
Derinlik psikolojine göre kitle içindeki bireyle tek olduğundaki birey arasındaki değişimi izlemenin kolay ancak nedenlerini bulmanın zor olduğudur.
Nedenleri bulabilmek için sadece organik nedenlere değil düşünsel yani entelektüel işlevlerde de bilinçsiz olayların rol oynadığını belirtmek gerekir. Bilinçsiz ruhsal yaşam bilinçli düşünsel yaşam içerisinde önemli bir rol oynar. Bunun nedeni de bilinçli dediğimiz eylemlerin kaynağını bilinçsiz bir özden almasıdır, ayrıca kalıtsal yatkınlıkları da bünyesinde tutar. Davranışların nedenlerinin daha derinlerinde belki de itiraf edilemeyecek gizli birtakım nedenler vardır ve daha da derinliklerinde farkında olunmayan, ayrımına varılmayan daha gizli nedenler yatar. Davranışların altındaki nedenlerin çoğu da derinlerde yatan bu gizli nedenlerdir.
Le Bon’ a göre bireyin kitle içinde kazandığı özelliklerde, “kötü” ye bir yatkınlık olduğunu ve bunun insan ruhunda barınan bilinçdışının sesini duyurması olarak ifade etmiştir. Toplumsal korkunun vicdanın özünü oluşturduğunu ve bireyin kitle yaşantısında toplumsal korkusundan vicdanı ile sorumluluğunun yitimini de vurgulamaktadır. Kalabalıkta her duygu ve her davranış bulaşıcıdır ve birey kitle için kendi çıkarlarını feda eder. Bu da bireyin dönüşümüdür.
Değişimin önemli nedenlerinden biri de telkine yatkınlıktır. Fizyolojide bazı işlemler sonucu insanlarda bilinçli kişiliğinin kaybedilerek yeni telkinleri benimseyebileceği buna bağlı olarak da karakteri gereği alışkanlıklarına aykırı davranışlar sergilediği bilinmektedir. Çünkü telkinde bireyin bilinçli kişiliği kaybolur ve duygu ve düşünceleri telkin edenin belirlediği yöne doğru değişir. Psikolojik kitle için de durum aynıdır ve birey bilinçli davranışından çıkar bazı yetenekleri silinir ve bazı yetenekleri ise güçlenir.
Telkin edilen kişi belirli davranışları gerçekleştirmek için içgüdüsel olarak eyleme geçer, istem gücünden yoksun bir otomata dönüşür. Bu zorlama bireyler arası güçlü etkileşim sonucu kitlelerde daha fazla nitelik taşır.
Le Bon’ un öne sürdüğü bakış açılarından biri de bireyin kitle içinde barbar bir bireye dönüşerek iç güdüsel, dürtüsel davranması, içinden geldiği gibi hareket ederek parlaması, vahşice eylemler de yer alması, coşkular gibi kendini bu duygulara kaptırmasıdır.
Kitle, davranışlarında oldukça değişken ve aşırı duyarlı olabilir, bilinçdışının yönetimi altında tepkiler verebilir. Tepkiler duruma göre zorlayıcı bir özellik saklar ve acımasz, girişken ya da korkak nitelikte olabilir. Kitle bireyi “olmaz” ifadesini tanımaz, erteleme söz konusu değildir.
Hümanizm, evrensel insan hakları, insanları insan gibi yaşatmayı amaç edinmiş, insanlığın eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi ilkelerini kabul etmiş bir kurallar bütünü olsa da insani özelliklere sahip olmak yönünden insanların eşit olmadıklarını da kabul etmiş ve ona göre de davranmıştır. İnsan hakları anayasal ve yasal bir hak olarak tanımış olmasına karşın insani veya insani olmayanın niteliklerinin, bu ayrımı yapanların sınıfsal, etnik, dini, ırksal, cinsel, mezhep vb. kimliklerine göre farklılık göstermesi de kaçınılmaz olmuştur. Hümanizm gibi tüm insanlarda “insanlık çekirdeği” denilen bir özün var olduğunu kabul eden bir ideolojinin, insanları; normal/anormal, akıllı/deli, zenci/beyaz eşcinsel/heteroseksüel… gibi ayrıştırmak, ötekileştirmek de mümkün kılınmıştır. Artık iktidarın, delilik, hastalık, suçluluk, cinsellik, ebeveynlik gibi deneyimlerin denetimi üzerinden yaşamın her alanına yayılmasının yolu açılmıştır. Bu iktidar ilişkilerinde en büyük rol kurum olarak devletin olmuştur. Ayrıca psikiyatri ve psikiyatrik kurumların, hapishanelerin tarih itibari ile bu dönemde ortaya çıkmaları da tesadüfi olmamıştır.
İnsani “öz” ün niteliklerini tanımlayanlar, bireyi, kendilerince “insanın özüne” uygun olan ahlak ve davranış kalıplarıyla sınırlamak dışında, bu kalıplara uymayan kimlik ve davranışları da normalize etme iktidarına sahip olmuşlardır. Her insanın özsel kimliği olduğu ve buna uygun davranılması gerektiği bir söylemin insani ve toplumsal heterojenliği kapsayabilmesi olanaksız olduğu için normal dışı “anormal” olarak damgalananların acı çekmeleri, yok edilmeleri, iktidar sahipleri tarafından “normal” kabul edilebilmiştir. Modernizm, “insanın özü”nü kendine göre tanımlayıp “öteki” leri şeytanlaştıran ideolojilerin ve kimlik savaşlarının fitilini ateşlemiştir.
Modern insan “düşündüğü için vardı” ve bu insanı insan kılan, onu var eden “öz”, “ego” dur. “Ego” yu psikanaliz, bilinçdışının bir uzantısı olarak belirtmiştir. Yani psikanaliz insana, gerçeğin anlamını iktidarın, “düşündüğü yerde”, egoda olmadığını söylemiştir. Freud, modernitenin getirdiği bunca acı, ölüm, savaş, kutsanan aklın, egonun ürünü olduğunu ve insanın “öz” ünün yani egonun bütünlük, özgürlük, özerklik illüzyonuna saldırdığını söylemiştir. Kendilik duygusuyla ve kendi benliği ile ayakta duran ego- id’e yani bilinçdışına bir ön yüz görevi görmektedir. Psikanaliz için ego, ardında bilinçdışını “Ötekini” saklayan yalnızca bir maskedir. Bu maske, bilinçdışını bastırarak, inkâr ederek, görmezlikten gelerek, kendisini “kendi evinin efendisi” yani iktidarın yeri ilan etmiştir.
Marcuse’ a göre “Psikanaliz, ego-kişilik fikrini temel bileşenlerine ‘çözmekle’ bireyi gerçekte meydana getiren birey-altı ve birey öncesi etkenleri açığa çıkarır. Bu modern kültürün en güçlü ideolojik kalelerinden birini yani bağımsız özne görüşünü temelden sarsar. Marcuse da Freud gibi direniş ve isyanın yeri olarak yaşam içgüdüsünü, Eros’ u işaret eder. “Hayal, haz ilkesinin dilini sürdürmeye, baskıdan kurtuluşun, engellenmiş istek ve doygunluğun türküsünü söylemeye devam eder.”
Psikanaliz, egonun iktidarın bir ürünü olduğunu, iktidarın da egoda olmadığını göstermiştir. Freud’a göre iktidar dışarıdan daha çok içeridedir, dış otoritenin saldırganlığının korkusu ile içgüdünün yadsınması, sonra iç otoritenin kurulması ile vicdan korkusudur. Özellikle ikinci olarak ifade edilen vicdan korkusu, kötü niyet ile eşdeğer sayılır ve suçluluk psikolojisiyle cezalandırılma ihtiyacı ortaya çıkar. Vicdanın saldırganlığı, otoritenin saldırganlığını içinde barındırır. Artık ego, niyet ve eylemlerini ele geçiren bir iktidarın kölesi olmuştur ve egoyla bastırılan her arzuyla daha da güçlenir, böylece özne ortaya çıkar. “Vicdan, içgüdü yadsımasının sonucudur: ya da (bize dışarıdan dayatılan) içgüdü yadsınması, daha sonra bizden başka içgüdü yadsımaları talep eden vicdanı yaratır”. Freud, dışarıda olan iktidarın, ego yoluyla içselleştirildiğini ve üstben tarafından gözetlendiğini belirtir. Ego, cezalandırılmaktan korkar, iç otorite ondan bazı şeyler talep eder ve ona bu intrapsişik iktidar tarafından yaptırımlar uygulanır. Ego ideali ve üstben’in ortaya çıkışıyla egonun da sahnede göründüğünü ve bu sürecin ödipal karmaşanın çözülüşüyle veya “insanlaştırıcı kastrasyon”la doğrudan ilişkili olduğunu bilinmektedir.
Konuyla İlgili Diğer Yazılarım
1.Bölüm Ötekileştirme Olgusu Üzerine
3. Bölüm Ruh Hastalıklarına Yönelik Ötekileştirme ve Damgalama (Stigma)
4. Bölüm Ötekileştirme ve Bekaret Olgusu
5. Bölüm “Ötekileştirme” Kavramına Ruhsal Hastalıklar Ve Bekaret Olgusu Açısından Psikolojik Bir Bakış / Sonuç