Ruh Hastalıklarına Yönelik Ötekileştirme ve Damgalama (Stigma)

Yazıyı Paylaş :

Damgalama, farklı olanı dışlama ve ayrımcılık, psikiyatrinin uzun yıllardan beri var olan ve güncelliğini sürdüren en önemli sorunlardan biridir, sanayi devrimi ve kentleşme ile daha da artış göstermiştir.

Damgalamadan ruh sağlığı uygulamalarını olumsuz yönde etkilemektedir sadece toplum içinde değil, hekim, hemşire, eczacı gibi toplumun her kesiminde yaygın olarak görülmekte ve önemli bir psikolojik anlam kazanmaktadır. Ayrıca ruhsal hastalıkları olanların da kendilerini sorunu da konuyu daha da karmaşık hale getirmektedir. Toplumun ruhsal hastalıklara karşı olan negatif tutumları hastalık belirtilerinin anlaşılmasında ve çözüm aranması, tedavi süreçlerinde de olumsuz etkiler yaratmaktadır. Ayrıca hemşirelerin ruhsal hastalarla yakın ilişki kurmaktan kaçındıkları ya da hastaları saldırgan buldukları ortaya konulmuştur. Psikiyatrlar, tanının damgalamadaki rolü üzerinde farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Psikiyatrların bir bölümü reçetelere ya da sevklere şizofreni tanısını yazmaktan kaçındıklarını, diğer bölümü ise tanının adını değiştirmenin bir çözüm olmadığını belirtmişlerdir. Araştırmaya katılan uzman psikiyatrların, psikiyatri dışı hekimlerin damgalayıcı tutumlara sahip olduklarını paylaşmışlardır.

Michel Foucault’ ya göre akıl hastaneleri, hapishane ve okul gibi 18. yüzyılda disiplini sağlamak için kurulmuştur.  Bu kurumların da toplum yapısını değiştirdiğini ve keskin çizgilerle normali ve normal olmayanı ayırdığını belirtir.

Akıl hastaları toplumda damgalamaya en fazla maruz kalan kişilerdir ve genellikle “deli” olarak damgalanırlar. Damgalanan diğer kesimler, eşcinseller, Afrika kökenliler, Müslümanlar, Kürtler, Aleviler ve diğer azınlıklardır. Damgalama aynı zamanda tedavi ve rehabilitasyonun önemli etkilerinden dolayı da bir sağlık sorunudur.

Ruhsal hastalıklara yönelik damgalama ve ayrımcılık, dışlama ve ötekileştirme yaygın olarak görülmektedir. Ruhsal hastalığa, kültüre ve bazı değişkenlere bağlı olarak da şiddeti de değişmektedir. Ruhsal hatalığı olanların sosyal yönden reddedildiği, dışlandığı ve ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar. Kendilerini damgalanmış olan hastalarda utanma, yetersizlik duygusu, olumsuz otomatik düşüncelerde artma, arkadaşlık, iş, ilişkilerden özellikle sosyal ilişkilerden kaçınma, kendilik değerinde de azalma olduğu, bu kişilerin kendilerini toplumdan izole ettiği, ümitsizliğe kapıldıkları ve depresif belirtilerin şiddetinin arttığı görülmüştür.

Kullanılan psikiyatrik tanının yani etiketin içeriği ne kadar yoğun ise semptomların da şiddeti o kadar artış göstermektedir. Bu duruma ilişkin Hortwitz (1978) damgalamanın ilk önce kişinin kendisinde ve yakın çevresinde oluştuğunu öne sürmektedir.

Yapılan araştırmalar, ırklara ilişkin kalıplaşmış yargılar ile ruhsal hastalıklara ilişkin negatif tutumlar arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermektedir. Hastalar, hasta yakınları, azınlık grupları toplumsal çevreyi de tehdit olarak görmekte ve toplumsal uzaklaşma ile birlikte kendi içlerinde “biz” olarak tanımladığı kapalı bir grup kalmayı tercih ederler. Bundan dolayıdır ki göçmen ve azınlık gruplarında ruhsal hastalığa yakalananlar damgalanmadan daha yoğun etkilenmektedirler.

Cumming’ e göre damgala(n)ma bir ego hasarıdır, damgalayan ve damgalanan da karşılıklı etkileşim içindedirler. Bazen bireyin kendisini damgalaması da toplum tarafından damgalanması sürecini kolaylaştırmaktadır.

  1. Freud, aklın, kendini kurduğu, iz açtığı yeri, kişilerin içindeki delilik olduğunu ve onunla kişilerin rüyalarında dil sürçmelerinde, unutkanlıklarında, sakarlıklarında yüzleştiklerini belirtir. Ayrıca Psikozun, deliliğin birincil olanın aklı ele geçirmesi, bu nedenle de delilik uyanıkken düş görmek olduğunu söyler. Kişiler düşlerinde gördüklerinden utanır, korkar bundan dolayıdır ki kişiler düşleri unutmaya inkâr etmeye çabalar. Yani ilk ayrımcılığı ego’ nun yaptığını, kişilerin kendi deliliğini ayrımcılık yaparak ötekileştirdiğini savunur.

Hanna Segal’ a göre bölme, (splitting), ego’ ya kaostan ortaya çıkma, türeme ve deneyimleri düzene sokma imkânı sağlar. Ego özneyi böler ve kendini deliliğe karşı savunur.

Damgalanma algısı, bireyin ruhsal hastalık tanısı alması sonucunda, içselleştirilmiş damgalamadan dolayı yaşanan damgalanmışlık, dışlama eylemlerinin yaşanması ve toplum tarafından dışlanmışlık duygusudur. Psikolojik süreçte kişi de kendi için negatif düşünce, değerlendirme ve yargılarda bulunmaya başlamaktadır. Dışarıdan gelen olumsuz yaklaşımlar ile de kişinin yaşadığı algı ve duygu daha da güçlenecektir.

Damgalanma algısındaki en önemli kaynaklar kişinin kendisi ve yakın çevresidir. Düşük kendilik saygısı olan bireylerde bu duygu daha fazla yaşanmaktadır ve bireyin yakınlarının da ailede bu hastaların varlığından utanç duydukları ve durumu gizlemeye çalıştıkları görülmüştür. Diğer taraftan da toplumun genel tutumları da damgalanmayı belirleyicisidir.

Hastaların kişilerde, toplumda korku uyandırmaları, davranışlarındaki kontrolsüzlük ve öngörülemezlik, ruhsal sorunlarının varlığı, kendilerine dikkat etmemeleri, topluma aykırı ve başkaldıran kişiler olmaları ve yaşantıları damgalamanın gerekçeleridir. Damgalama davranışlarının temelinde ise kendi gibi olmayana karşı korku, belirsizlikle baş etme korkusu, kendine güvensizlik ile anksiyeteye sahip kişilik gibi özellikler saptanmıştır. Hastalara karşı ön önyargılardan en fazla rastlananı ruhsal sorunu olan kişilerin zarar vereceği düşüncesidir. Bu düşünce çığ gibi büyümektedir. Bir kez bipolar bozukluk tanısı almış kişi, anormal bir davranış sergilemediği halde ruhsal hastalığı olan kişi olarak etiketlenebilir.

Biyolojik açıdan hastalığın tedavisi ile birlikte iyileşme süreçlerine rağmen damgalamanın oluşturduğu psikolojik etkiler, hastalıkta davranışların devamına neden olmaktadır.

Hastalıklara göre damgalama kültürlere göre farklılaşabilir. Ruhsal hastalıklar fiziksel hastalıklara nazaran daha fazla damgalanır. Şeker hastalığı olan birinin hastalığını sakladığı pek görülmez iken, şizofreni, bipolar bozukluğu, depresyon, obsesif kompülsif bozukluk, anoreksiya ve alkol madde bağımlılığı gibi sorun yaşayan kişiler bu sorunları pek dile getiremezler ve gizler. Ancak bilinmez ki her dört kişiden biri, hayatı boyunca az bir ruhsal hastalık yaşamaktadır. Ayrıca psikiyatr yerine psikoloğa gitmek ve psikoterapi almayı tercih daha az damgalayıcı olabilmektedir. Diyetisyene, yaşam koçuna gitmek ise psikolojik tedavilerden de daha az damgalayıcı olabilir. Hayatının devamında ilaç kullanmak, hastanede yatarak tedavi görmek daha fazla damgalayıcıdır. Toplumun hasta kişilere tutumları ve damgalamaları kişinin hayatına devam edebilmesi ve sosyal rollerini başarı ile toplumda sürdürebilmesi ile azalabilmektedir. Çalışma hayatında ise bu önyargıları aşmak kolay olmamaktadır.

Damgalama davranışlarının ortaya çıkmasında, televizyon ve medya büyük etken olmaktadır ve yanlış yönlendirilebilmektedir. Bir filmde psikopatça davranışlar ve şiddet eğilimi bipolar bozukluk olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan senaristlerin, televizyon yapımcıların ve habercilerin damgalamadaki etki ve sonuçlarının, topluma karşı sorumlulukları noktasında bilinçlenmeleri büyük önem taşımaktadır.

Akıl sağlığına eşlik eden lekenin bir kısmı bir şeyi tamamıyla “öteki” olarak görme normal olan bizlerden ayırma arzumuzdan kaynaklanır. Fakat bu “öteki” nde hepimizden bir şeyler vardır. Leke ne kadar derin olursa olsun sağlık ve hastalık arasında geçirgen ve ince biz çizgi olduğu bilinmektedir. Akıl sağlığının bazı yönleri en ağır akıl hastalıklarında, akıl hastalığının bazı yönleri de zihin sağlığı yerinde olan en sağlıklı insanda da görülebilir. Normal keder ile klinik depresyon ve normal mutluluk ile mani arasındaki benzerlikler de incelenmiştir. Sonucunda akıl sağlığı ile akıl hastalığı arasında hat fazla keskin değildir ve sınırlardaki belirsizlik bazı durumların birbiriyle çakışacağını gösterir.

Bipolar bozukluğu olan kişiler çoğu alanda yaratıcı, özgün, sıra dışı, çalışkan olabilir. Özellikle de bipolar bozukluk ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi inceleyen çoğu araştırma, sanatın çoğu alanında bipolar bozukluğun izlerini, kontrol gruplarına göre yaratıcılık puanlarının daha yüksek olduğunu göstermiştir. Van Gogh bipolar bozukluğu olan yaratıcı sanatçılar arasında yer alır ve kendisinin doğum yılı olan 30 Mart “Dünya Bipolar” günüdür ve farkındalığı arttırma günü olarak anılmaktadır.

Damgalamaya sebep olan bireylerin ve toplumun kalıp yargılarını ve inançlarını değiştirmek hiç kolay değildir. Bu çalışmaları başlatacak olan öncelikle hasta ve hasta yakınlarıdır. Hasta ve yakınlarının, çevrelerinin bu hastalığı kabullenmesi, bu hastalıkla yüzleşmesi, bilinçlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Farklı kurumlarla iş birliğini gerekli kılan eğitim stratejileri de destek verecek öneme sahiptir.

 

Konuyla İlgili Diğer Yazılarım

1.Bölüm Ötekileştirme Olgusu Üzerine
2. Bölüm Ötekileştirme İdeolojisinin Psikanalitik ve Kitle Psikolojisi Söylemi
4. Bölüm Ötekileştirme ve Bekaret Olgusu
5. Bölüm “Ötekileştirme” Kavramına Ruhsal Hastalıklar Ve Bekaret Olgusu Açısından Psikolojik Bir Bakış / Sonuç


Yazıyı Paylaş :


Bir cevap yazın